14 Nisan 2010 Çarşamba

BEKÇİ KUŞLARIN ÖLÜMÜ

İki bin dokuzun aralık ayının onuncu günü, yer İstanbul, saat sıfır üç.

Kargaların çığlığıyla yatağımda sıçradım. Kabusumda bir karanlığa doğru düşerken, gerçekte uyandım. Artık ne yapsam da uyuyamam.

Kalktım. Tepe lambası yerine masa lambamı yaktım. Yine uyandırıldım; bahçemin kargaları tarafından. Yaklaşık iki haftadır, her gece aynı saatte, sanki kötü bir olayın habercileriymiş gibi bu karanlık hayvanlar apartmanın gizli bahçesinde bir korku filminin aynı sahnesini oynuyorlar.

Hiçbir şeyden korkmadığım kadar korkuyorum onlardan. La Fontaine'in aksine; benim gözüme çok sinsi, hatta çok zeki görünüyorlar. Her an dile gelip ''Her şeyini biliyorum. Tüm sevinçlerini, değer verdiğin her şeyi... En çok da korkularını biliyorum. Bana dokunma yoksa korkuların dışındaki her şeyini kaybedersin.'' diyeceklermiş gibi. Ben korktukça onlar çoğalıyorlar, kaçtıkça peşimden geliyorlar. Üstelik öyle yaşlılar ki! İnsanlar ölüyor, şehirler yıkılıyor, medeniyetler çöküyor ama onlar ölmeden bir bekçi gibi kalıyorlar. Kargalar üçyüz ile beş yüz yıl arasında yaşayabiliyorlarmış. Bir kuş nasıl o kadar yaşlı olabilir? Benim korkularımı nasıl bilebilir?

Uyduruyorum. Annemin dediği gibi o kadar çok okuyor, öyle çok yazıyorum ki her şeyi kuruyorum. Bir roman kişisiymiş gibi yaşıyorum hayatı. Benim dünyamda insanlar susarken ağaçlar, hayvanlar, cansız varlıklar, gölgeler konuşuyor. İnsanlar ölürken İstanbul yaşıyor. Etrafımdaki her şeye can verip kendi yarattğım bu canlılardan ölesiye korkuyorum. Çünkü bir zaman sonra kontrolümden çıkıp birer Frankenstein oluveriyor hepsi. Üstelik kendi yalanlarıma gerçekten inandığım için gerçekle hayali birbirine karıştırıyorum. Yine de kendime hikayeler yazıp durmazsam nasıl yaşarım bilemiyorum. Zaten ben sırf kendi yazdığım hikayeleri yaşamak için gelmedim mi İstanbul'a?

İlk kez Puslu Kıtalar Atlası'nda tanıştım İstanbul'la. Çocuk aklımla o şehrin efsunlu bir yer olduğuna inandım. Oraya gidebilirsem benim de güzel hikayelerim olur sandım. Belki ben de Osmanlı'da yaşayabilirdim. Sıkılırsam gözlerimi kapatır bu sefer de Konstantinapolis'te bulurdum kendimi. Ve İstanbul'un henüz adının bile olmadığı zamanlara gidebilirdim. Ya da gelecekten başka birgünde de İstanbul'un nefes almasını görebilirdim. Ölmeyen şehirde ben de ölümsüz olabilirdim!

Olduğundan başka bir zamanda varolabilmek... İşte buydu beni İstanbul'a çeken. Ben de üniversite tercihimi İstanbul'dan yana kullandım, ailemin tüm karşı çıkmalarına rağmen. ''İstanbul seni yutar kızım. Yalnızlık çekersin. Çukurova'da büyüdün sen, buradan başka yerde yapamazsın.'' demişti annem. İstanbul'un kalabalığından değil benim yalnızlığımdan, kaleme kitaba daha çok sarılıp kendimi kaybetmemden korkuyordu aslında. Öğrenci yurdunda kalmam şartıyla ikna edebilmiştim onları. Koskocaman iki sene benden başka üç kişiyle küçücük bir odayı paylaştım. O iki senede yazdıklarıma bakınca buraya ne zor alıştığımı daha iyi anlıyorum. Kadıköy iskelesinde vapur beklerken şöyle yazmışım: ''Bu rüzgar nasıl bir rüzgar? Yok, tanımıyorum ben bu şehri, bu dalgaları, bu martıları... Rüzgar şarkılarımı çalıyor benden, hep onu dinlememi istiyor. Yine de git deseler gidemem diye korkuyorum. Herkes şikayet eder ama kimse gitmez. Gitmek isteseler de gidemezler. Buraya gelenin ayakları bağlanır İstanbul'a, yüz yıllık koca çınarların bağlandığı gibi toprağa...''

Üç yıl önce okumaya diye geldiğim bu şehir tuttu, bağladı beni de bağrına. Haklıymışım, yazacak ve yaşayacak çok şey varmış istanbul'da. Her gün yeni bir şeyler keşfedip her gün yeni bir şeylere bağlanıyorum artık. Şimdi de sakinleri gibi yaşlı olan bu mahalleye bağlandım. Buralarda çok fazla mezarlık olmasına rağmen hem de.

Oldum olası korkarım mezarlıklardan. Herkes biraz da olsa mezarlıklardan korkar diye bilirdim. Ama Çiçekçi'de oturanlar öyle çok benimsemişler ki bu koca mezarlıkları şaşırıyorum. Aslında eskiden daha büyükmüş bu mezarlıklar, parça parça değilmiş şimdiki gibi. İnsanlar ev ve yol yapmak için bozmuşlar burda yatan insanların sonsuz uykularını. Öyle olduğu içindir belki de, her gün Karacaahmet mezarlığının bozmadıkları parçalarından birinin içinden geçip giderler işlerine ve evlerine.

Sabahları okula yürürken mezarlıktan geçmek zorunda olsaydım burada ev tutamazdım herhalde. Yalnızken çok korksam da kendime ait bir oda, bir masa ve bir masa lambasının hayalini kurduğum için yine de taşınırdım belki, bilmiyorum. Zemin katta olup odamın balkonunun apartmanın gizli bahçesine çıkmasından da korkmama rağmen seviyorum yalnızlığımı. Bir oda, küçük bir mutfak ve bir banyodan oluşan evimi seviyorum, sessiz mahallemle birlikte.

Bir tek kargalara alışamadım. Sevemedim gitti. Yine de biliyorum okuduklarımdan: Rivayet edilir ki iki ölümsüz şey varmış. Geri kalan her şey ölümlüymüş bu yalan dünyada. Ölümsüzlük; İstanbul'a medeniyetleri yaşatsın, kargalara ise İstanbul'a bekçi olsun diye bahşedilmiş. Çünkü her medeniyet doğar, gelişir ve ölürmüş. Tıpkı insanlar ve şehirler gibi. Şehirlerin kimi silik bir hatıra gibi kalır, kimi varolmamışcasına yokolur gidermiş. İstanbul dışında. İstanbul'da bir tek insanlar ölür, medeniyetler baki kalırmış. Üstelik sırt sırta, iç içe, kol kola yaşarlarmış. Zaman insanları yaşlandırırken İstanbul'daki medeniyetler yaşlanmaz, yıllanırlarmış. Kargalar ise en çok mezarlıklarda yaşar, medeniyetleri yaratan insanlara bekçilik yaparlarmış.

Kim bilir belki de kargalar, ölümsüzlüğe göz diktiğimi anlayıp korkutmaya çalışıyorlardır beni. Korkuyorum ama kızamıyorum onlara bu yüzden. Ve izin verirlerse bu gece biraz daha uyumak istiyorum. Birazcık uyku diliyorum sadece.

İki bin dokuzun aralık ayının yirmi beşinci günü, yer İstanbul, saat on sekiz.

İlk kez bu kadar uzun süre yazmadım. Nerden başlayacağımı, ne yazacağımı bilemedim. Masa lambamı kapatıp yatağıma döndükten sonra uyumuşum. Yaklaşık iki saat sonra saatimin alarmıyla okula gitmek üzere uyandım. Hazırlanıp çıktım. Havada keskin bir ayaz vardı. Okula doğru yürümeye çalışırken rüzgar yüzümü kesiyordu. Daha fazla yürümeyeyim, diye düşündüm. Durdum, geriye dönüp dolmuş geliyor mu diye baktım. Tam o sırada karşı kaldırıma gözüm takıldı.

Daha önce yazmış mıydım, bilmiyorum. Karacaahmet’in bu parçası iki ana cadde arasında sıkışıp kalmış, heybetli bir orman görünümündedir. İşte bir caddeden diğer caddeye kestirme bir yolu bulunur bu mezarlığın. Yan yana en fazla üç kişinin yürüyebileceği, patika bir yoldur bu yol. Ben hiç yürümedim ama her sabah okula giderken ordan aceleyle yürüyen insanlar gördüm.

O sabah karşı kaldırıma baktığımda o patika yolun girişinde, yerde öylece duran beyaz bir kuş gördüm. Önce martı sanıp telaşlandım. Ordan kaçıp gitmesini istedim. Çünkü gözlemlediğim kadarıyla kargalar sürü halinde dolaşıp kendilerinden olmayan kuşlara pek sıcak davranmıyorlar. Ben böyle düşünürken beyaz kuş ona baktığımı anlamışcasına dönüp bana baktı.

Tanıyamadım ben o kuşu. Bir martı değildi kesinlikle. Güvercin de değildi. Havada yalnız başına siyah bir karga uçtu. Beyaz kuş hafiften ürküp patika yola girdi. Ve siyah kargayı gördüğüm anda anladım ki o kuş beyaz bir kargaydı. Heyecanla yolun karşısına geçtim. Nereye gittiğimi düşünmeden ben de patika yola girdim. Beyaz karga arkasından geldiğimi görüp uçtu. İlerde yıkık dökük bir mezar taşının tepesine kondu. Bir an duraksadım, üç aydır bu mahallede oturmama rağmen ilk kez mezarlığa girmiştim. Hem de daha önce varlığını hiç duymadığım beyaz bir karganın peşinden! Çok kısa bir süreliğine soluklandım. Garip bir şekilde korkmuyordum. En ufacık bir korku kırıntısı yoktu içimde. Sanki bugüne kadar hiçbir şeyden korkmamış,
korku nedir bilmemiştim. Patika yoldan ayrılıp yolun sağ tarafına, kargaya doğru usulca yürümeye başladım. Kaçmıyor, sanki ona doğru gelmemi bekliyordu.

Birden mezarlığın ulu ağaçlarının tepesinde bir karga sürüsü çığlık attı. Benim beyaz kargam aceleyle uçuverdi. O tam kanatlarını açmış havalanırken ağzından parlak bir nesne mezara düştü. Düşen nesneye bakarken de beyaz karga gözden kaybolmuştu bile. Siyah kargalar, onlardan farklı olan bu kuşu hükümdarlıklarında istememişlerdi.Beni tehdit ettikleri gibi onu da tehdit edip kaçırmışlardı.Ve şimdi de ben yalnız başıma onların evlerinde savunmasız kalmıştım.

Şehrin iyice uyanmasına, iki ana caddenin gürültüsüne karşın Karacaahmet'in acı sessizliğini hissettim. Karacaahmet dış dünyanın tüm yaşam belirtilerine aldırmadan beni huzurunda boğuyor, kargalar havada savaş naraları atarken, aynı Karacaahmet ayaklarımdan tutmuş gitmeme izin vermiyordu. Olduğum yerde öylece dururken yağmurdan sonraki ıslak toprak kokusu burun deliklerimden içeri giriyordu. Başımı zorlukla yukarı kaldırdım, bırak yağmuru, havada tek bir kara bulut yoktu. Sadece hava, ölümü çağrıştıracak kadar soğuktu. Koku giderek artıyordu. Sevdiğim bu koku o an öyle keskin, öyle iç gıcıklayıcıydı ki midem kalktı. İster istemez iki büklüm oldum. Sağ omzumda hissettiğim garip bir sızıyla sarsıldım. Beyaz kargam omzuma tırnaklarını geçirmiş, beni tüm insanların kandığı parlak nesnelerle bir oyuna getirmişti! Neden kendimi Alice sanıp Harikalar Diyarı’na gideceğimi düşündüm ki? Beyaz tavşanı izlemek yerine neden beyaz karganın peşine düştüm?

Telaşla bağıran insan sesleriyle gözlerimi aniden açtım. Bir cenin gibi yerde kıvrılmış bir halde buldum kendimi. Bir an nerede olduğumu ya da bana ne olduğunu anlayamadım. Bir anlığına ama çok kısa bir anlığına, kim olduğumu bile anlayamamış olabilirim.

Telaşlı insan sesleri devam ederken meraklılar çoğalmaya başladı. Birileri bana ne olduğunu soruyor, birileri ambulans diye haykırıyordu.Dudaklarımı aralayıp ‘iyiyim’ demek istedim. Kıpırdamadılar. Gözlerimi kontrol edemedim, tekrar kapandılar. Kargalar başıma toplanmışlardı, hissediyordum. Kocaman, simsiyah kargalar beni parçalamaya hazırlanıyorlardı bir leş gibi. Gözlerimle başlayacaklar, yanaklarımı ve dudaklarımı parçalayıp dilime ulaşacaklardı. Frankensteinlarım geri dönmüşlerdi. Hemen gözlerimi açmazsam üstüme çullanacaklardı.

Açtım. Aniden.Toprak kokusu gitmişti. Gideli çok olmuştu.Farklı olan o değildi. Beni boğacak sandığım o huzurdu geri dönen. Ulu ağaçlara baktım. Beyaz bir kuş havalandı. Heyecanlanıp ayağa kalkmak istedim. Mani oldular. Her şeyi hatırladım. İyi ama benden başka gören olmamış mıydı beyaz kargayı? Karga diye sayıklamış olacağım ki yaşlı bir teyze bana kargaların zararsız olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Ambulans çabuk geldi. Sedyeye taşındım. Israrla iyi olduğumu söylememe rağmen ambulansa bindirildim. Görgü tanıklarından biri titrediğimi, çığlık atıp yere düştükten sonra on saniye kadar kıvrandığımı anlatıyordu ambulans doktoruna ve tabii ki çevredeki meraklı insanlara. Beni uzaktan görüp, çığlığımı duyunca koşmuş ve yardım çağırmış. Teşekkür edemedim. Bir tek benim gördüğüm kargadan başka bir şey düşünemiyordum. Tüm olanların gerçek olduğuna dair bir delil arıyordum. Omzumda bir pençe izi olabileceğini akıl ettim.

Ambulansta doktor tekrar bayılmamam için beni konuşturmaya çalışıyordu. Sağ omzumun çok acıdığını söyledim. Baktılar. Omzumda değil ama kollarımda küçük kızarıklar varmış. Başımı taşa vurmadığım için şanslı olduğumu söylediler. Ama omzumdaki izden hiç bahsetmediler. Delirdiğimi düşünmeye başladım. Ve o yüzden okumayı da yazmayı da bırakmaya karar verdim. Ondan sonraki iki haftam doktorlarla ve hastanelerle geçti. Mezarlıkta yaşadığım olayın bir epilepsi nöbeti olduğunu ancak bunun epilepsi hastası olduğum anlamına gelmediğini, bu yüzden endişelenmemem gerektiğini söylediler. Bir daha hiç nöbet geçirmeyebilirmişim. Dayanamayıp doktora nöbet sırasında bazı hayaller gördüğümü söyledim. Birçok nöbet şekli olduğunu ve bunlardan bazılarında hayal ya da anı görmemin mümkün olabileceğini söyledi.

Yazmadığım bu süre zarfında, gördüklerimin bir hayal olduğuna kendimi inandırmaya çalıştım. Başardım da. Ne kadar çok yazmak istesem de cesaret edemedim, yazarsam yaşadıklarımın gerçek olduğuna tekrar inanacağımı düşündüm hep. Ama aynı Sait Faik ‘in dediği gibi ‘’Yazmasam deli olacaktım!’’.

Ben de yazdım. Yazdım ama içimin rahatlamasından başka ne var elimde? Tüm olanlardan sonra bir kez bile gitmedim oraya. O düştüğünü sandığım nesne orda mı değil mi diye bakmadım. Çünkü ordaysa ne yapacağımı bilmiyorum. Belki de bakıp kurtulmalıyım. Bakıp dönmeliyim. Böylece zamanla unuturum belki. Belki... Belki de bulurum. Bu sefer yeni bir hikayem olur, korkmadan İstanbul’da yaşanacak.

Aynı günün devamından, saat yirmi üç.

Dayanamadım. Giyinip çıktım. Koşarcasına Karacaahmet'e gittim. Durursam vazgeçeceğimi biliyordum. Hava zifiri karanlıktı. Saatime baktım, 21.00'ı gösteriyordu. Yaşlı mahallemiz bu saatte bile neredeyse ölü gibiydi. Neden ben de diğer yaşıtlarım gibi Taksim'e eğlenmeye gitmek yerine, ıssız bir mezarlığa gidiyordum? Artık soru sormayı bırakmaya karar verdim.

Yükselen nabzımı duymazdan gelerek patika yola girdim. Belediye tarafından kısırlaştırılmış duygusuz köpekler bana bakıyordu. Beyaz karganın konduğu mezarı bulmak için etrafıma bakındım. Yanımda küçük bir el feneri getirmiştim. On saniye kadar bakındıktan sonra mezarı gördüm. Kargalara bakındım. Mezarlık o kadar karanlıktı ki, hiçbirini göremedim. Belki de ulu ağaçların tepesine konmuş, beni pusuya düşürmek için uygun zamanı bekliyorlardı. Ses çıkarmamak için sözleşmiş gibiydiler. Onları düşünmemeye çalıştım ve mezara doğru yürümeye başladım. Sokak köpeklerinden biri peşime takıldı. Neden bilmiyorum ama benimle gelmesine izin verdim. Daha önce uzaktan gördüğüm bu mezar, sandığımın aksine, sıradan bir mezardı. Daha önceleri mezarlık kenarlarından geçerken Osmanlı'dan kaldığını düşündüğüm mezarlar görmüştüm. O zamanlar Karacaahmet'in ne kadar eski olduğunu yine de düşünmemiştim. Önümde duran mezar belli ki çok eskiydi. Mezarlıktaki boğucu huzur yerini korkuya bıraktı birdenbire. Kaçıp gitmek istedim. Korkudan dizlerim titremeye başladı, sürekli izleniyormuşum hissine kapıldım. Sessizlik mezarlığı terketti. Bir karga sürüsü rüzgarla yarışır gibi bir ağaçtan başka bir ağaca hücum etti. Düşünmeyi bırakıp el fenerini mezar toprağına doğrulttum. Ölü toprağına elimle dokundum. Hızlı hızlı düştüğünü sandığım nesneyi aramaya başladım. Kargalar dışında mezarlık bekçisi olup olmadığını merak ettim. İçimden halime gülmek geldi. Mezarda define arayanlar gibiydim ama hiçbir şey bulamadım. Bir hırsız gibi koşarak Karacaahmet'ten çıktım. Peşime takılan köpek beni patikanın sonuna kadar takip etti. Durup arkamdan duygusuzca havladı.

Şimdi ne olacak, bilmiyorum. Öylece yatıp uyuyacak mıyım? Unutup yaşlanacak mıyım?

İki bin dokuzun aralık ayının yirmi altıncı günü, yer İstanbul, saat yirmi.

Umudumu kaybetmedim. Yeni bir hikaye yazamıyorum. Bugün okula gitmek yerine, o tanımadığım insanın mezarını ziyaret ettim. Kurumuş toprağını suladım. Kırık dökük mezar taşını toplamaya çalıştım. Osmanlıca olduğunu tahmin ettiğim Arap harflerini okumaya çalıştım. Çocukluğumda dedemin öğrettiği Arap alfabesi, bu hayattaki unuttuklarım listesine çoktan girmişti. Mezarın başında haykırırcasına ağlamak istedim. Burada kimin yattığını bilmek istiyorum. Beyaz kargayı bir kez daha görebilmek için bir nöbet daha geçirmek istiyorum.

İki bin onun ocak ayının sekizinci günü, yer İstanbul, saat on dört.

Ben bir bağımlıyım. Bu hikayenin sonu gelmedi çünkü ben bu kez korkmadım. Can verdiğim beyaz kargadan korkmak yerine onu sevdim.

Ama artık ona veda etmem gerekiyor. Bugün son kez Karacaahmet'e gidip, onu anlayamadığım için ondan af dileyeceğim. Bunun bir işaret olduğunu bilmeme rağmen bulmacayı çözemiyorum. İstanbul'u özlüyorum. Ben kendimi ondan başka bir şeye bağlayınca, onun nefes alış verişlerini hissedemiyorum. Öylece ölüp giden bir insan olmak yerine, bu yaşayan şehre bir hediye vermek istiyorum. Ve beni yeniden korkutacak yeni bir hikaye istiyorum.

İki bin onun ocak ayının on beşinci günü, yer İstanbul, saat sıfır iki.

Anladım ki, bir hikaye bitmeden yenisi başlamazmış. Hiç tanımadığım bir mezara veda etmeye gittiğim Müslüman mezarlığından, elimde altın bir haç kolyeyle çıktım. Tam dönüp gidecekken, ulu ağaçların arasından sızan güneş ışığının kolyeden gözlerime yansımasıyla buldum onu. Belki de bu yüzden daha önceki gelişlerimde onu bulamamıştım. Mezar taşının iki küçük parçasının arasına düşmüştü. Tam da karganın konduğu yerin yakınında. Tüm bunlar beyaz karganın gerçek olduğuna bir işaret mi? Bir haç kolyeyi Müslüman mezarına kim düşürebilir? Öyle ki tek ziyaretçisi benim bu eski mezarın. Soru sormayı bırakıp kolyeyi inceledim, biraz tozlanmasına rağmen eski gibi görünmüyordu. Bu da beyaz karganın varlığını tam olarak kanıtlamıyor ama beni heyecanlandırmaya yetiyordu.

Tüm bunların ne demek olduğunu bilmesem de o gün o mezara son gidişim oldu. Ve bu sabah bu hikaye daha da ilginç bir hal aldı.

Bugün Kadıköy’den Moda’ya yürürken ara sokakların birinde bir antikacı keşfettim. Dükkanın adı ''Beyaz Karga'' idi. Görür görmez öylece önünde dikilmişim. Girmeyi düşündüm. Girip de ne diyecektim? Deli saçmalarımı hiç tanımadığım insanlara mı anlatacaktım? Yürüyüp gittim. Moda sahilinde amaçsızca dolaştım. Dönerken dükkana girip öylesine bakınıp çıkmaya karar verdim. Dönüşte çok aramama rağmen bir türlü ''Beyaz Karga''yı bulamadım. Benim beyaz kargam gibi o da bir görünüp bir kaybolmuştu. Yoldan geçen birilerine sordum. Hiçbiri Moda’yı iyi bilmiyormuş. Ben bildiğimi sanıyordum ama birçok şeyde olduğu gibi bunda da yanılmışım.

Kadıköy’ü bulmaya çalışırken –küçücük Moda'da nasıl kaybolduğumu hala anlamış değilim- tekrar ''Beyaz Karga''nın önüne çıktım. Cesaretimi toplayıp, normal bir müşteri gibi küçük dükkana girdim. Kapıya koydukları zil şıngırdadı. Kimseleri görmeden birkaç dakika dükkanda dolaştım. Dükkanın sandığım kadar küçük olmadığını farkettim şaşırarak. İçerde, sol arkada küçük bir merdiven aşağıya iniyor, sağ taraftaki bir merdiven ise ofis gibi görünen kapalı bir odaya çıkıyordu. Kimse gelmeden kaçmak istedim, tam kapıya yönelmişken arkamdan biri seslendi:

-''Nasıl yardımcı olabilirim efendim?''

Bir an duraksadım. Suç üstü yakalanmışım gibi panikledim. Dönüp:

-''Teşekkür ederim, öylesine bakıyordum.'' dedim.

-''Rica ederim, yine bekleriz.'' dedi adam son derece kibar bir şekilde. Tekrar dönüp gidecekken vazgeçtim.

-''Aslında ben buranın sahibiyle görüşmek istemiştim.'' deyiverdim.

-''Sahibi şu anda yok ama oğlu burda. Konuşmak isterseniz haber veriyim.''

Ben tam teşekkür edip, gerek olmadığını söyleyecekken biri ofis ile giriş katını bağlayan merdivenlerden seslendi.

-''Buyrun ben yardımcı olayım. Babam biraz rahatsız, onun yerine ben bakıyorum.Yardımcı olabileceğim bir şeyse...''

Bunları söylerken yanımıza kadar geldi. Çok yumuşak bir ses tonuyla söylenen gereksiz açıklamalarla dolu cümleleri beni gülümsetti. Diğer adam patronunun oğlundan kısa bir onay alınca diğer işlerine dönmek üzere yanımızdan ayrıldı.

-''Geçmiş olsun. Buranın adının neden beyaz karga olduğunu merak etmiştim sadece.'' dedim ben de aynı içtenlikle.

-''Biraz uzun hikaye.'' dedi usulca.

Özel olduğunu düşünüp fazla kurcalamak istemedim. Hem ne bekliyordum ki, hiç tanımadığı birine hayat hikayesini anlatmasını mı? O son cümleyi söylemeden çıkıp gitmeliydim. Çok önemli olmadığını söyleyip ilgisi için teşekkür ettim. Düşündüklerimi anlamış olacak ki istersem anlatabileceğini söyledi. Kalbim hızlı hızlı atmaya başladı. Bir süre ne yapacağıma karar veremedim.

Aceleci bakışlarla adamı süzdüm. Keskin yüz hatları, yumuşak ses tonu ve yüzünde sürekli asılı olan bir gülümsemesi vardı. Dinlersem ne kaybederdim ki? 'Peki.' dedim. Eliyle köşede bir masayı işaret etti. Birer kahve söyledik. Ne yaptığım hakkında hiçbir fikrim yoktu. Tanımadığım bir adamla oturmuş kahve içiyordum. O anlatırken ben de adını ve yaşını tahmin etmeye çalıştım. Başka bir mesleği olup olmadığını merak ettim. Benden en fazla beş ya da altı yaş büyüktü. Yeni tanıştığım insanların adlarını tahmin etmeye çalışmak küçüklüğümden beri sevdiğim bir oyundu. Ama karşımda oturup bana hikaye anlatan bu adam daha önce tanıştığım kimselere benzemediğinden adını tahmin edemedim. Farklı bir konuşması vardı. Ne açıdan farklı olduğunu da bulamadım. Sadece farklıydı işte. Onu süzdüğümü farketmemesi için bakmayı bıraktım. Sakince anlatıyordu:

-''Dedemin babası, yani büyük dedem, II. Abdülhamit'in tabiplerinden birinin oğluymuş. Sarayın baş tabibi Ahi Ahmet ve onun yardımcısı olan büyük dedemin babası Dimitrios sarayda kalırlarmış. Büyük dedem Nikos ve baş tabibin kızı Leyla da o yüzden sarayda beraber büyümüşler. Oğlu tabipliğe merak sarmadığı için Dimitrios bu duruma çok içerlermiş. Ahi Ahmet'in kızı Leyla ise tabipliğe çok meraklıymış. Nikos'un Leyla'ya olan ilgisini küçük yaşta hisseden Dimitrios belki oğlu Leyla'dan sebeplenir de tabipliği sever diye ikisine de Ahi Ahmet'in izniyle tabiplik dersi vermeye başlamış. Leyla bu duruma çok sevinirken Nikos sadece Leyla'nın yakınında olabilmek için derslere ses çıkarmadan katılırmış. Leyla on beşine geldiğinde Ahi Ahmet, Nikos’un kızına olan ilgisini hissetmiş ve derslerin ayrılmasını istemiş. Bunun üzerine görüşemez olan Leyla ve Nikos gizli gizli görüşmeye başlamışlar. Böyle üç sene boyunca görüşmeye devam etmişler. Leyla tabiplikte ilerlerken Nikos yalnızca Leyla'ya olan aşkını yazar dururmuş. İnsanlardan çok hayvanları iyileştirmeye merak saran Leyla son buluşmalarında Nikos'a yaralı beyaz bir karga bulduğunu ve onu iyileştirmeye çalıştığını söylemiş. Bu görüşmelerinden birkaç gün sonraki buluşmalarına Leyla gelmeyince Nikos meraktan deliye dönmüş. Bir süre Leyla’dan haber alamamış, korktuğundan kimselere de soramamış.''

Hikayeci burada derin bir soluk alıp kahvesini yudumladı. Sıkılıp sıkılmadığımı sordu. Bir taraftan tepkimi ölçmek istediğini düşündüm. Belli ki Rum olduğunu anlayıp anlamadığımı merak ediyordu. Kahvemden bir yudum içip devam etmesini söyledim.

-''Nikos aşk acısından eriyip biterken bir gün Dimitrios gelip Leyla'nın çok hasta olduğunu ellerinden geleni yapmalarına rağmen bir sonuç alamadıklarını söylemiş. Nikos babasına Leyla'yı görmesine izin vermesi için yalvarmış. Kızının öleceğini düşünen Ahi Ahmet ise ateşler içinde yatan Leyla'nın Nikos'u sayıkladığını duyunca bu görüşmeye izin vermiş. Leyla Nikos'un yanına geldiğini hissedince ona beyaz karganın yerini söylemiş ve ona bakıp iyileştirmesini vasiyet etmiş. İyileşir iyileşmez de kuşu serbest bırakmasını öğütlemiş. Ve son nefesini vermiş. Büyük dedem Nikos acısını beyaz kargayı tedavi ederek bastırmış. İyileştiğinde ise onu serbest bırakmış. Tabipliği öğrenseydi Leyla'yı iyileştirebileceğine inanıp kendine kahreden Nikos, ondan sonraki hayatını babasının yanında tabipliği öğrenerek geçirmiş. Leyla'nın ölümünden yedi yıl sonra evlenmiş. Leyla'nın beyaz kargayla beraber sonsuza kadar yaşayacağını düşünerek karısını sevmiş ve mesut yaşamış. Nikos bu dünyada sadece bir tane beyaz karganın yaşadığını ve onun da Leyla'nın ruhuyla sonsuza kadar İstanbul'da kalacağına inanmış. Büyük dedem Nikos bu dükkanda tıbbi araştırmalarını yaparmış.Yine tabip olan dedem de burada fakir hastalara bakarmış. Babam beş yıl önce rahatsızlığından tabipliği bırakınca burayı bu şekilde değerlendirmeye karar verdi... Mesela şurda ilerde Osmanlı döneminde kullanılan tıbbi araç gereçler var. Aile yadigarı olduğu için onları sadece sergiliyoruz.Yine o döneme tanıklık eden bir sürü eşya da burada emin ellerde... Daha fazla uzatıp sizi sıkmak istemem. Babam aile yadigarı bu dükkana bir isim vermesi gerektiğinde büyük dedem Nikos’a ithafen buraya Beyaz Karga adını vermiş.''

Bu hikayeyle allak bullak olmuştum. Söyleyecek hiçbir şey bulamadım. Halime anlam veremeyen hikayeci bu hikayeyi ailesi dışında pek kimsenin bilmediğini, sadece içinden anlatmak geldiğini söyledi. Başımı şişirdiği için de birkaç kez özür diledi. Bense söylediklerini duymamışım gibi ''Siz beyaz karganın var olduğuna inanıyor musunuz peki?'' diye sordum.

Küçük bir şaşkınlıktan sonra cevap verdi:

-''Büyük dedeme yalancı dememi beklemiyorsunuz herhalde.'' dedi gülerek.

Ben de güldüm. Sorumu biraz daha düzelterek tekrar sordum:

-''Siz ölümsüz bir beyaz karganın İstanbul'da yaşadığına inanıyor musunuz?''

-''Bunu kendime tam olarak açıklayamasam da inanıyorum. Belki bir gün görürüm diye çocukluğumdan beri bekliyorum. Biraz araştırdım, büyük dedem gibi beyaz karga gördüğünü söyleyen insanlar var. Avusturalya'da tam olarak beyaz olmasa da alacalı kargalar varmış. Tabii benim aradığım onlar değil.''

Burada tekrar gülümsedi. Bir aşktan bahsedermiş gibi de devam etti:

-''Eğer ki dünyada gerçekten sadece bir tane beyaz karga varsa ve o beyaz karga gerçekten ölümsüzse, İstanbul'dan başka bir yerde olamaz. İşte ben en çok bundan eminim. Eşimiz, dostumuz, çoğu akrabamız artık burada yaşamasa da biz bırakıp gidemedik buraları. Gidersek biz olarak kalmayacaktık çünkü. Biz sevdiklerimizin arkasından el sallamamıza rağmen İstanbul'a veda edemedik. Dedelerimizin mezarını bırakıp gidemedik. Her sokakta bir tarih yatıyor, Ortaköy'de bir sinagog, bir kilise, bir cami yan yana duruyor. ''

-''Büyük dedenizin mezarı İstanbul'da mı?'' diye sordum.Sorar sormaz da pişman oldum.

-''Evet, Bağlarbaşı'nda Ermeni, Rum ve Yahudi Mezarlığı var. Çok eski bir mezarlıktır.''

-''Karacaahmet'e çok yakın.'' dedim sayıklar gibi.

-''Evet. Size anlatmak istediğim de buydu aslında. Beraber yaşayıp beraber öldü bu insanlar. Şimdi de yan yana uyuyorlar. İstanbul'dan başka hiçbir şehir bunu başaramazdı.' dedi.

-''Konukseverliğiniz için teşekkür ederim. Çok güzel bir hikayeydi. Hoşçakalın.'' dedim. Her an kaçacakmış gibi durduğumdan olsa gerek tedirgindi. Ama elimden gelen bir şey yoktu. Duyduklarımı henüz hazmedememiştim. Beni ne kadar etkilediğinin farkında olmadan kendini hala beni sıkmakla suçluyordu.

Gidişimi kabullendi. Beni kapıya kadar geçirdi. Uygun olduğum bir zaman dükkanı gezmem için beni davet etti. Tam çıkacakken, özür dileyerek beyaz kargayla neden ilgilendiğimi sordu. Anladığım kadarıyla bunu sormak istemiş ama bir türlü cesaret edememişti.

-''Bir ay kadar önce beyaz bir karga gördüm.'' dedim ağzımdan çıkan cümleye şaşırarak. En az benim kadar o da şaşırdı.

-''Lütfen gitmeyin, anlatın.'' dedi gözlerimin içine yalvarırcasına bakarak.

Tüm kalbimle kalıp her şeyi anlatmak istedim. İlk kez kalemim yerine bir insana yaşadıklarımı yargılanma kaygısı olmadan anlatabileceğime inandım. Eğer onu bir daha görmek istemezsem o kapıdan çıkar ve asla görmezdim. Anlatmalıydım, yoksa bu yükle daha fazla yaşayamazdım.

Titremeye başladım. Farkedecek diye ödüm kopuyordu. Ellerim buz kesti, soğuk soğuk terliyordum. Eğer vakti varsa biraz yürümeyi teklif ettim. Kapalı mekanlarda uzun süre kalamadığım yalanını attım. Tek derdim hikayemi anlatmak mıydı yoksa biraz daha yanında kalabilmek miydi? Düşünmek istemedim. Oysa hiç düşünmeden seve seve geleceğini söyledi.

Bir an bile durmadan, yüzyıllardır konuşmamışcasına her şeyi anlattım. Cüzdanımda sakladığım haç kolyeyi ona hediye ettim, sanki benimmişcesine. Almayı çok istediğini ama yapamayacağını söyledi. Ağlamak üzereymiş gibi bir hali vardı. Beraber önce büyük dedesinin mezarına ardından da karganın konduğu mezara gitmemizi teklif etti. Şuursuzca kabul ettim. Adını bile bilmediğim bu adamı, ben, oracıkta, en az İstanbul kadar sevdim.

Annemin defterini buradan sonra okuyamadım. El yazısını daha önce hiç görmemiştim. Şaşılacak derecede benimkine benziyor. Elimde olmadan, beni ondan böylesine uzaklaştırdığı için babama kızıyorum. Ama biliyorum ki o benden daha fazla acı çekti. O, genç yaşta hem karısından hem de çok sevdiği İstanbul'dan ayrı düştü.


Annemin yirmi sekiz yaşındaki erken ölümüyle hayatımız değiştiğinde ben beş yaşındaydım. Olanları hayal meyal hatırlıyorum. Defin işleri halledildikten sonra babam beni Paris'teki halama bıraktı. Kendi İstanbul'a dönüp işlerini hallettikten sonra yanıma geldi. Ben ilkokulu bitirene kadar orda kaldık. Daha sonra İstanbul'a bir kere bile gelmeden şehir şehir dolaştık. Babam benimle hep Türkçe konuşuyordu. Halam Rumca öğretiyordu. Okulda dersler Fransızca olduğu için iki sene de Fransızca ders aldım. Babamın söylediğine göre bir süre öğrenmeyi reddetmişim. İstanbul'a annemin yanına dönmek istemişim.


Lise biterken babama yazar olmak istediğimi söylediğimde çok ağladı. Nedenini uzun süre öğrenemedim. Bir gün halam, annemin sürekli yazdığını ama yazdığı hiçbir şeyi yayımlamadığını söyledi. Babam İstanbul'dan ayrılırken annemin denemelerini yanında getirmeyip asıl sahibine bırakmış: İstanbul'a. Annem İstanbul için yazdıklarını bitirdiğinde onları kitap haline getirecekmiş. Ancak bitirmek kısmet olmamış.


Babam elli beş yaşında anneme aşık olarak öldü. Bana hiçbir zaman annemden ve İstanbul'dan bahsetmedi. Annemi hep halamdan dinledim. Babam kanseri zamanında teşhis edemediği için kendini şuçladı durdu hep. Lise son sınıfı bitirdiğim senenin yazı üniversiteyi İstanbul'da okumak istediğimi söyledim. Babam karşı çıktı. Benden ayrılmak istemiyordu. Benimle gelmesini söylediysem de ikna edemedim.


Bundan bir ay önce babam annemin ölüm yıl dönümünde İstanbul'da olmak istediğini söyleyerek beni şaşırttı. Apar topar İstanbul'a geldik. Annemin Karacaahmet'teki mezarına beraber gittik. İşte o zaman ilk kez babam bana annemi ve tanışma hikayelerini anlattı. İstanbul'dan neden kaçtığını ise tüm ısrarlarıma rağmen söylemedi.


Bir hafta önce bugün babamı kaybettik. Bana bir mektup ve bir anahtar bırakmış. Bir hafta boyunca zarfı açamadım çünkü içinden çıkacaklar için hazırlıklı değildim. Bu sabah mektubu okudum, hakkım olan şeyleri bana vermediği için benden af diliyordu. Annemi İstanbul'un aldığını düşünmüş çocukça bir akılla. Annemin İstanbul'a olan aşkını hep kıskanmış. O öldükten sonra da kalamamış bu şehirde. Tüm bunlara rağmen İstanbul'da ölmek istemiş. Annemin üniversite yıllarında oturduğu evin anahtarını da zarfın içine koymuş. Bu evi annem çok sevdiği için satın almışlar ve ben doğana kadar bu evde kalmışlar.


Yıllar sonra, boynumdan hiç çıkarmadığım haç kolyenin annemin mezarlıkta bulduğu kolye olduğunu anladığımda derinden sarsıldım. Ve annem gibi ben de kısa zamanda İstanbul'a bağlandım. Şimdi onu ve İstanbul'u daha iyi tanımak için onun yazdıklarını okuyacağım. Yeterince tanıdığımda ben de İstanbul hikayeleri yazacağım.


2040 yılının temmuz ayındayız ve bugün benim yirmi sekizinci yaş günüm. Bu gece burada, mobilyaları beyaz çarşaflarla örtülü bu tozlu evde kalacağım. Sabah olduğunda önce annemin mezarını ziyaret edip sonra da annemi tanıyan kargalara bakınacağım. Kargaların çok uzun süre yaşadıklarını yazmış annem. Bu gece ben de gözlerimi kapatıp 2010 yılının İstanbul'unda dolaşacağım.


Annemin tasvirlerine bakılırsa otuz yıl sonra da Çiçekçi'de pek bir şey değişmemiş. Üniversiteye yakın olduğu için bu apartmanda yaşlı insanlardan çok üniversite öğrencileri oturuyor. Karacaahmet'in ulu ağaçları ve kargaları da aynı annemin bıraktığı gibi. Mezarlıkların bir kısmı daha bozulmuş, burdaki taksici amcanın söylediğine göre.


Babam Kadıköy'deki ibadethanelerinin aynı kaldığını söyledi. Ama bazı caddeleri ve sokakları tanıyamadı. İskeleler büyümüş ve modernleşmiş. Deniz altı ulaşımı sandığından başarılı olmuş. İki köprü daha yapılmış. Adalar pek değişmemiş.


İstanbul hala bir genç kız gibi nefes alıp vermeye devam ediyor, dedi babam ölmeden birkaç gün önce.

Annem için İstanbul'da kalmamı öğütlemiş bana mektubunda. Annemi beyaz karganın getirdiğini düşündüğü için, tıpkı büyük dedesi Nikos gibi o da annemin bir yerlerde nefes aldığına inanmış. Kendisi göremese de bir gün benim de annem gibi onu görebileceğimi yazmış. Bekçi kuşların ölümünü görene kadar umudumu yitirmeden bekleyeceğim. Bundan sonraki her yaşımda annem için İstanbul'u yaşayacağım. Ve çocuklarıma ölmeyen şehrin ölmeyen kuşlarının hikayelerini anlatacağım...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder